11 Ocak 2013 Cuma


Le Grand Voyage / Büyük Yolculuk


“Sanatın amacı” der laovrazhe’li Yönetmen Andrei Tarkovsky “insanı ölüme hazırlamaktır.


Hac yolunda bir baba-oğul....
    Fransa'dan Mekke'ye uzanan ve Türkiye'den de geçen bu yolculuk boyunca karşılarına çıkacak her insan ve olay, baba oğulun hem birbirlerini, hem dünyayı daha iyi tanıması için bir fırsat oluyor. Özgür Adamlar filminde tanımıştım  Ismaël Ferroukhi'yi. Yönetmen Le Grand Voyage filminde de konuyu işlerken ciddi bir sakinliğe büründüğü aşikâr. Film izlemeye başladığımda, empati kurmak yerine kendimi o yolculukta hissettim.

  Sekiz gün süren bu yolculukta; okuma yazma bilmeyen bir baba, Fransız sevgilisini gizleyen bir çocuğun asi ve şımarık isteklerine sabrediyor. Bence karakterler o kadar yerinde oynamış ki,  çocuk yani Reda Avrupalı gibi ama özenti değil, baba Müslüman tutkulu bir Müslüman ama oğluyla arasında iletişimi kuvvetli değil.  Aslında iletişimin eğitimle kaynaklandığını düşünmüyorum. Günümüzde ki gözlemlediğim ebeveynlerin en önemli sorunu şu;  çocuklarının kendilerini eleştirmesine tahammülleri yok, tamam yok da o zaman eleştirmesine izin vermeden kendini yenilemeli ya da değiştirmeli bir ebeveyn.  Yemekte ağzını şapırdatarak yemek yiyen bir annenin bunu kimse eleştirmeden kendinin anlaması ve çocuklarının yanında "bile" buna özen göstermesi gerekir.. Ya da diş doktoru olan bir babanın dişlerini fırçalamamasının yarattığı tezatlık ve sorun elbette kendini ilgilendirir ama bunu gören bir çocuk “babam yapmıyor ben niye dişlerimi fırçalayacağım” demek yerine içten içe babasının karakter sorunu yaşadığını, laflarının itibarsız olduğunu düşünüyor.  Belki bunu kimseyle paylaşmıyor ama kafasında saygı noktasında bir sorgulamaya ve ileride ciddi bir eleştiriye dönüşüyor.  Reda'yı anlamayan babası hatta ona saygısızlık yaparak telefonunu çöpe atıyor, oysa bunu bir yabancıya yapamaz!  Baba rasyonel kayıtlarla sınırlı değil. Bu dünyaya ilişkin hiçbir beklentisi yoktur. “Kaybettiğiniz hiçbir şeye üzülmeyin; kazandığınız hiçbir şeye sevinmeyin, siz burada yalnızca misafirsiniz” anlamının biçim kazanğı bir kişliktir burada ki baba.  Gününü belirleyen tek ilke namaz ve namaz ibadeti ile gelen bir tür duru ve asîl hâl hakimdir üstünde.

   Türkiye gümrüğünde baba ve oğula yardımcı olan Mustafa isminde bir Türk de bu yolculuğa katılmak ister.
Mustafa Bektaşî kişliği ile pek tekin gelmez babaya, bu yüzden Reda’ya, “onun her dediğine inanma” uyarısında bulunur. Reda’yı içkili haliyle yatırdıktan sonra, Baba’ya kuşkulu bakışı seyirciye de yansır.

 İstanbul da mola verdiklerinde Mustafa, Reda’ya camileri tanıtır; sofia’nın Grek dilinde hikmet anlamına geldiğini, Sultan Ahmet Camiî’nin mavi çinilerinden dolayı mavi cami olarak adlandırıldığını anlatır. Oysa bu anda Baba bu camide bulunmanın şansına erdiği için zikir yapıp şükrünü ifâ eder, çinilerin rengi onun için neredeyse önemsizdir. Sofia’nın Grek dilinde hikmet anlamına geldiğini Mustafa bilir, ama bu hikmet ve bilgiyi Baba yaşayarak deneyimler. Yaşanmayan bilgi nasıl insanın kişiliğinden koparıp götürürse, az ama yaşanan bilgi o denli kişinin karekterini olgunca pekiştirir. Mesela; baba, Reda’nın içki içmesine yalnızca öfke duyar, ama otele getirdiği kadın ve muhtemel zina düşüncesi bütün ipleri kopartır. Baba’yı hiçbir özür durduramaz, “senin dininde bağışlamak yok mudur?”cümlesi söyleninceye değin. Ayrıca, Mustafa Reda ile bira içerken; “Bir bardak suya biraz şarap katarsan suyun rengi değişir ama bir denize şarap dökersen suyun rengi değişmez”  nefse göre söylenmiş değerlendirilmiş bir söz olmakla beraber araştırma merakı hissettim.

      Batılı bir birey olarak yetişmiş Reda’nın, öykünün sonuna değin davranışlarında inatçı ve direngen davranması, çalışmayı gerçekçi kılan en temel ögelerden biridir. Gözlerinden, yüz hatlarından ve ses tonundan neredeyse kusursuz bir biçimde yansıyan öfke, kızgınlık, kırılmışlık, umut ve zaman zaman hafif gülümseme ile Reda (Nicolas Cazalé ) kusursuz bir oyun çıkartır. Geleneksel davranma biçimiyle doğrularında aynı direngenliği ve inadı gösteren Baba(Mohamed Majd) benzer kusursuz oyun gücüne sahiptir.


Babanın "sen de namaz kıl, bırak bu işleri gelmişken hac yap bari" gibi baskıları yok. Çocuğun da sevgilisinin adını çöle yazmak dışında babasına "kendi" meselelerini anlatması veya ona karşı başkaldırısı filan da yok. Aksine çocuğun sonlara doğru "sen  Mekke'ye neden uçak değil de arabayla gitmek istiyorsun" sorusuna baba; - Denizin suları gökyüzüne yükseldiğinde şiddetini kaybedip yeniden saflaşır. Denizin suları buharlaşır, bulut olur. Buharlaşınca tazelenir. Bu yüzden at sırtında gitmektense yaya gitmek; arabayla gitmektense at sırtında gitmek; gemi ile gitmektense araba ile gitmek; uçakla gitmektense gemi ile gitmek daha sevaptır.” Kendi benliğini Allahın rızasında eritmeyi, geçici olan her şeyden yüz çevirip bu rıza doğrultusunda yolculuğu hedeflemektedir baba.
   Baba’nın Reda’ya vurduğu tokat ilişkiyi değerler çatışmasının zirvesine taşır. Reda bu bunalmışlıktan dağa ve dağın tepesinde esen rüzgâra sığınır. Baba’nın Reda’yı takip edişiyle dağın tepesine varması çalışmanın en görsel sahnelerinden birini oluşturur. Burada yalnızlık ve yalınlık her dördü için(Baba, Reda, dağ, rüzgâr) gerçek var oluşun en temel ögeleridir. İzlediğim de orada olmayı, rüzgarın tenime değmesini o kadar istedim ki. Sahneyi tekrar tekrar izledim neredeyse. Sonrasında baba’nın düşünüp Reda’ya önerdiği çözüm Reda’yı bir ikilem ve tam bir suskunluk içinde bırakır. Bu anda Reda, seyirci ile birlikte Baba’nın güçlü karakterinin farkına varır. 

Babası Reda'ya  -Okuma yazma biliyorsun ama hayatta öğrenmen gereken çok şey var diyerek Mustafa’nın parayı çaldığını iddia eder. Babanın da insanları tanımada ki başarısızlığını, Reda’nın sevgilisinin fotoğrafını arabada ararken eline geçen çorap içinde ki paradan anlayabiliyoruz. Babanın bir yerde insanları iyi tanımadığı ve hatta bilmeyerek iftira atmış olduğu ortaya çıkıyor. Ama bence insan, aklın düşürebildiği muhtemel kişilik zaaflarından masundur.  Kimse kusursuz değildir. Baba’nın gururundan doğan yanlışı eğer Reda bir kılıf ile örtbas etmemiş olsaydı, muhtemelen, Baba’nın duyacağı vicdan acısı yüzünden hac yolculuğu yarıda kalır, gerçekleşmemiş olurdu. Reda’nın burada ince düşünüş ve davranışı kendi deneyimini edinmeye başladığının başlangıcıdır. Mustafa cin ve bektaşî bir kişiliğe sahip olabilir, fakat asla para çalacak denli kötü değildir.

     Reda’nın “yaklaşıyoruz” sözünden sonra Baba-Oğulun yüzleri parlar, birinin bir şeyleri başarmış olmasından; diğerinin amacına yaklaşmış bulunmasından, duydukları haz ile hafif gülümserler. Reda arabanın içinde ezan sesi ile uyandığında kaybettiği fotoğrafı direksiyonun üzerine konulmuş bulur. Aşkın görkemini ve kutsallığını bir kelime telaffuz etmeden o denli anlatan muhteşem bir sahnedir bu. Baba, Reda'ya resimdeki kıza gitmesini ima eder. Reda'nın ilk hac görevi resimdeki kıza gitmektir. Düşünsenize sevdiğine, aşık olduğunuz adama gitmek sizin hac göreviniz, nasıl koşar adımlarla nasıl bir yürekle giderdim kim bilir.
      Reda inip arabanın üzerinden babasını hafif gülümseyerek izlediğinde Baba ehramını kuşanıp, tatlı sert bir bakışla Reda’ya bakar. Bu andan itibaren susar, artık konuşmaz. Kalabalık kâbeye doğru yol alırken okunan duâlar arasından Reda, Baba’ya akşama görüşeceklerini söylediğinde Baba lebbeyk duâsını okuyup yürümeye devam eder. Bu sahnenin insanların toplu dirilecekleri “haşir meydanı”na referans yaptığını sanıyorum. Herkesin ancak kendisini düşündüğü bu dirilişte baba oğluna yardım edemeyecektir.

     Akşam olunca geri dönmeyen babayı aramak için kendini insanların arasına atan oğul kendini morgda bulur. Kaybolan babayı arayacak son duraktır burası. Birine bakarlar o değil, diğerine bakarlar o değil, bir diğerine bakarlar yok o da değil sonra sıradakini bakarlar… Reda babasını görür. Öyle bir ağlar ki nasıl bir ağlamaktır o.  Sanki benim babam ölmüştü… duyduğum pişmanlık, dilemem gereken özürler, kaybetmenin korkusu, kime ne diyeceğim düşüncesi, nasıl oldu sabah beraberdik hissi, Allahım bu nasıl bir işti diyerek yanına iki büklüm kıvrılarak ağlaması, okunan o ayet, babasını yıkaması …. ve ağlayacağınız bir sürü duygu...
      Sinema tarihinin şahsımca “en güzel ölüm” sahnesini barından bir filmdir. Hiçbir ölüm içime böyle işlemedi.  Zaten, Le Grand Voyoge;  fransızca da "ölüm" olarak kullanılan bir kalıptır. Türkçeye çevrilirken "Büyük Yolculuk olarak çevrilmiş. Buyrun o sahne;


Ayrıca;
1)Filmde oğul rolünde ki Nicolas Cazalé fransızdır. Müslüman değildir. Oyunculuğunu müslüman bir ailenin asi çocuğunu abartısız çok sade ve iyi bir şekilde oynamış. 
2)Öykü boyunca, kaydadeğer bir husus, Baba-Oğulun hiçbir şekilde birbirlerine sarılmak gibi yapmacık bir davranışın içine girmemeleridir. Bunun, diğer birçok sinema örneklerinin aksine, çok doğru bir zihin ve davranma biçimi olduğunu belirtmeliyim. Bir alt damar olarak öyküyü güçlü kılan ögelerden biridir bu.
3)Film ele aldığı olayları örneğin; et yemek isteyen oğula alınan koyun, çığın altında kalan araba ve gereksiz uzatılmamış olay anlatımıyla ağır bir işleyişi olmasına rağmen sürükleyici bir hal alıyor.
4) Filmin sonunda ki Arapça parça İbn Arabi - Aş'tır Benim Adım ile Amina Alaoui' ye aittir. Buyrun;

Bilmeniz Gerekenler ;

FESTİVALLER VE ÖDÜLLER
 2004 Venedik FF En İyi İlk Film Ödülü
 2005 Mar del Plata FF En İyi Film ve Erkek Oyuncu Ödülleri
 2006 BAFTA Ödülleri En İyi Yabancı Film Adayı 

Filmin Künyesi
Yönetmen : Ismaël Ferroukhi
Senaryo : Ismaël Ferroukhi
Yapımcı : Humbert Balsan
Görüntü Yönetmeni : Katell Djian
Kurgu : Tina Baz
Müzik : Fowzi Guerdjou
Süre : 105 dak.
Yapım: Fransa / Fas
Tür : Dram
Türkiye Hakları : Ankara Sinema Kültürü Derneği
Dağıtım : Bir Film

Oyuncular
Nicolas Cazalé [Reda(oğul)]
Mohamed Majd (Baba)
Jacky Nercessian (Mustafa)
Kamel Belghazi (Khalid)
Erol Ataç (Gümrük memuru 1)
Sadık Deveci (Gümrük memuru 2)
Nihat Nikerel (Komiser) 





1 yorum:

  1. İzledim. Güzel filim.. İçeriği hakkında detaylı açıklamalar yapmışsın zaten.. Herkesin izlemesini tavsiye ederim..

    YanıtlaSil

Yorumlar